8 Şubat 2014 Cumartesi

PRENSES DIANA ÖLDÜ(RÜLDÜMÜ) ?

Leydi Diana'nın ölümü bir infaz mıydı? Gerçekten Müslüman olmuş muydu?

Ölümü bir infaz mıydı?

Leydi Diana, Lahor Camii İmamı'na; Müslüman olmayı,ancak bunu bir Müslüman erkeğin desteğiyle yapmak istediğini söylemiş.

Prenses Diana ile Mısırlı işadamı Dodi Muhammed el Fayed'in 31 Ağustos 1997'deki ölümlerini ve aşklarını yeryüzünde duymayan kalmamıştı. "Kim bu Dodi, Diana? Bizi ne ilgilendirir?.. Bize ne faydası olmuştur?.." deyu kafa yoramadan medya bombardımanı ile bu ölümcül kazanın paparazzilerin sıkıştırması sonucu yaşandığını öğrendik. Yani medya, kazaya sebep olarak bizzat kendisini gösteriyordu.

Ama vesvese sahibi insanlar bu kazanın normal bir kaza mı yoksa "kaza süsü" verilmiş bir "ortadan kaldırma" mı olduğunu deşelemeye başladılar. Haksız da değillerdi hani... Zira siyaset meydanı tarihini iyi bilenler "kaza süsü verilmiş imha" yöntemlerinde İngiliz istihbaratının ödül sahibi olduğunu da iyi bilirler.
Leydi Diana ile Prens Charles 1981 yılının 29 Temmuz'unda evlenirler. Dünya te­levizyonlarında mil­yonlarca kişi, prensin koluna girmiş "mahçup tabiatlı" pren­sesi canlı yayında seyreder. O günlerde Turkish medya şim­diki gibi dallı budaklı değildir.

Tek kanallı siyah beyaz tele­vizyonlarla durumdan haber­dar olduğumuz için eski aşklar yeniden mi moda oluyor diye düşünüp sevinmiştik. Bizi buna iten de bizzat Diana'nın tavır­larıydı. Utangaç, merhametli, kocasıyla konuşurken bile kibar ve gözünü muhatabına dik­meden bakan mütebessim bir fotoğraf veriyordu. Diana'yı İngiltere sarayına götüren süslü arabayı televizyondan gören komşumuz Fatma teyzeyle kızı "Aah ah, elalemin gelinine bak bir de bizimkine" diye iç geçir­dikten sonra; "Kaynana ile ge­linin bir arada oturmasının" sakıncaları üzerine durum tes­piti yapmışlar ve sonucu bütün mahalleye bildirmişlerdi; "Kız­cağızın bulaşığına bile karı­şacak" diye...


Aradan bir süre geçtikten sonra Diana'ya bir haller olmuş­tu. Gazeteci milletinin karşı­sında sürekli ağlıyor, dahası za­yıfladıkça zayıflıyordu. Herkes bunu "Charles'in hovardalı­ğına" bağlarken İngiliz mahfil­leri sarayda kazan kaldıran asi­lerden dem vuruyordu. Fatma teyze ise hiçbirini kabul etmi­yor, iddiasında ayak diriyordu. İşte bu noktada medya yapaca­ğını yapar ve aşkın duygusal yö­nünü bir kenara atıverir. Gaze­telere göre Diana, saray perso­nelini teselli için sıraya dizmişmiş. Onlar da sırf Diana'ya şef­kat desteği vermek için onu yal­nız bırakmamışlar. Yakın arkadaşı bir süvari yüzbaşısı ile binicilik dersinde kırlara açıl­ması ise bardağı taşırmış.


Sonra haberlerin türü değiş­ti. Diana, kırlara açılmayı bıra­kıp hayır hasenat işleriyle uğraş­maya başlayınca Diana'dan ilgi­mizi kestik. Bu ilgi kesintisinde medyanın da katkısı büyüktü el­bette. Zira Diana-Charles iki­lisini bırakıp başka aşıkların pe­şine düşmüşlerdi.

Aradan ne kadar geçti bilin­mez, Diana'nın tekrar birileriyle dolaştığı haberleri duyulmaya başlar. Tekrar gündeme gelme­sinin sebebi o birilerinin "müslüman" olmasıydı. Tekrar Diana ve sevgilileriyle yatıp kalkmaya başladık. Bir süre son­ra şok bir haberle irkildik. Diana feci bir otomobil kazasına kur­ban gitmişti. Beraberinde Dodi ve şoförünü de götürmüştü.

Prenses Diana ile Mısırlı işa­damı Dodi Muhammed el Fayed'in 31 Ağustos 1997'deki ölümlerini ve aşklarını yeryü­zünde duymayan kalmamıştı. "Kim bu Dodi, Diana? Bizi ne ilgilendirir?.. Bize ne faydası olmuştur?.." deyu kafa yoramadan medya bombardımanı ile bu ölümcül kazanın paparazzilerin sıkıştırması sonucu yaşandığını öğrendik. Yani medya, kazaya sebep olarak biz­zat kendisini gösteriyordu. Ama vesvese sahibi insanlar bu ka­zanın normal bir kaza mı yoksa "kaza süsü" verilmiş bir "orta­dan kaldırma" mı olduğunu deşelemeye başladılar. Haksız da değillerdi hani... Zira siyaset meydanı tarihini iyi bilenler "kaza süsü verilmiş imha" yöntemlerinde İngiliz istihbara­tının ödül sahibi olduğunu da iyi bilirler.

Olay bir Hristiyan İngilizle bir Müslüman Mısırlının başına Fransa'da geliyor. İngiliz de öyle "vatandaş" İngiliz değil "pren­ses" bir İngilizdi. Hayatı çok hareketliydi. Attığı her adımda kraliyeti rahatsız ediyordu. Hele hakkında çıkan "Diana Müslü­man olacak" iddiası kraliyeti oldukça rahatsız etmiş olmalı ki kocası Prens Charles bile İslamiyete ilgi duyduğuna dair komplimanlar yapmaya başla­mıştı. Türkiye'ye geldiğinde bayram değil seyran değilken Eyüp Sultan Türbesi'ni bile ziya­ret etmişti. Bu ziyaret, onun Müslüman olduğuna dair söy­lentilerin ayyuka çıkmasına se­bep olmuş, hatta adını hangi Müslüman adıyla değiştirdiği rivayetleri bile dolanır olmuştu.

Sadede gelecek olursak, tra­fik kazası öncesi ve sonrasında yaşananlara bakıldığında "Prenses öldürüldü mü?" sorusuna in­sanın içinden "evet" diyesi geli­yor. Gerçi bu tür sorular "ha­ince" cevaplar "teröristçe" mu­amele görürler. Varsın olsun, trafik kazası gerçekten kamufleli bir olaysa bu tür yaklaşımlar gün gelir perdenin yırtılmasına sebep olur.


Korkunç iddia


Diana ve Dodi, Fransa'nın başşehri Paris'te Sen Nehri üze­rindeki Alma Köprüsünün altın­da bulunan tünele hızla girer. Mercedes kontrolden çıkarak önce bir direğe çarpar, sonra takla atar ve beton duvara bindi­rir. Emniyet kemerleri takılı ol­mayan Dodi El Fayed ve şoför olay yerinde hemen ölür. İtfa­iye, cesetleri çıkarabilmek için otomobili kesmek zorunda kalır.


Ertesi günlerde gazetelerde kazaya sebep olarak "aşırı hız şoförün alkollü olması ve paparazzilerin arabalarıyla takip edip sıkıştırmaları" gös­terilir. Gazeteciler bu iddiayı ilk etapta reddederler ama henga­me içinde seslerini kimse duy­maz. Dahası iş bu paparazziler, hurdaya dönen Mercedes'te can çekişen Diana'nın fotoğraflarını çekip, kaçmakla kalmamışlar re­simleri 1 milyon dolara pazarla­maya kalkmışlar. Ortada rivayet vardı ama resimler yoktu. Güya hiçbir gazete Diana'nın can çe­kişirken çekilmiş kanlı fotoğraf­larını satın almayı kabul etme­miş. Hatta İngiliz gazeteleri bu fotoğrafları yayınlamama kararı almış. Onun yerine bütün gaze­telerde "hurdaya dönmüş zırhlı otonun" resimleri yayın­lanmıştı.

Amerikan basınının en çok satan haftalık bulvar gazetesi National Enquirer'ın editörü Stephen Coz, ABC Televizyonu'na "Diana'yı otomobilde sı­kışmış, son nefesini vermek üzereyken gösteren fotoğrafları çekenler bir milyon dolar peşindeler. Bizlerden 250 bin dolar istediler ve geri çevirdik" demişti. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni David Perel ise telefonla yaptığı açıklamada, "Fotoğrafları gördüm. Prenses Diana kanlar içindeydi ve arka koltukta Dodi el Fayed'in ce­sedi vardı" diye konuşur.


Bu arada İngiliz bulvar ga­zetesi News of the World Söz­cüsü ise, "Önceki akşam Fran­sız bir foto muhabiri aradı. Diana'nın son fotoğrafları için 320 bin dola r istedi ve geri çevirdik" açıklamasını yapar.

Bulvar gazeteleri dışındaki ciddi gazetelerden ve diğer ül­kelerin medya kuruluşları, me­sela Fransız, İspanyol, İtalyan, Alman medyasından ise bir açık­lama gelmez. Ancak yaşanan ka­za o kadar önemliydi ki isterse Orta Afrika medyasında çıksın resimler yok satar, yayınlayan kâr bile ederdi.

Gazeteci milleti dünyanın her yerinde aynı huydadır. Bü­yük bir olay yaşanacak ve ortada resimler olacak, bunları da ya­yınlamayacak öyle mi?.. Hele haber atlatmak için birbirlerinin gözlerini oymayı bile ihmal etmedikleri halde... Bunu bilen­ler en azından Diana'nın uzak­tan çekilmiş veya araçtan çıka­rılırken, sedye üzerinde götürü­lürken bir kare olsun fotoğ­rafının bulunmamasını garip karşılamışlardı. Zira Fransız po­lisi Sygma ve Gamma ajans­larına bağlı olarak çalışan 6'sı Fransız, biri Makedon 7 serbest foto muhabirini derdest etmiş­ler, film makaralarına da el koy­muşlardı.

Bulvar gazetelerinin dışında­ki ciddi gazeteler resimlerin çok önemli olduğunu, Prenses Diana ile erkek arkadaşı Dodi'nin ölümüyle sonuçlanan kazaya neyin ve kimin sebep olduğuna ilişkin ipuçları verebileceğini dillerine dolarlar. Paris Savcılığı bunları teskin etmek için kısa bir açıklama yapar. Soruşturma sonucunda, kazanın meydana gelişinde gazetecilerin rol oy­nayıp oynamadığının ortaya çı­kacağını söyler. Savcılığa göre 7 gazeteci, Diana-Dodi çiftinin otomobillerini "motorsikletler­le sıkıştırdıkları" için kaza ol­muştur. Yani medya, resmi ma­kamlarca da suçlanmıştır.

Savcı hem soruşturma bit­medi diyor, hem de gazeteleri suçluyordu. Dodi'nin Mısırlı ol­ması sebebiyle Mısır'daki gaze­teci taifesi de akıl fikir yürütür. 01.09.1997 tarihli ajans haber­leri Mısırlıların, Müslüman olan Dodi'nin, İngiliz Kraliyet ailesi­ne girmesini engellemek iste­yen İngiliz gizli servisinin kazayı hazırladığına inandıklarını du­yurur. Haberin ilginç tarafı, Mı­sırlı resmi zevatın da bu yönde açıklaması bulunur.

İşin değişik taraflara gitmesi birilerini rahatsız etmiş olmalı ki, İngiliz kraliyet ailesi ve hükü­met yetkilileri basını tekrar boy hedefi haline getirir. Diana'nın erkek kardeşi Dük Charles Spencer, kardeşinin ölümün­den basını sorumlu tutarak, "Basına kan bulaştı" derken, Diana'nın eltisi York Düşesi Sarah Ferguson da, "Kötü niyetli basının bize karşı uyguladığı sürekli sabotajın sonucudur bu" diye ileri geri konuşur.

Rating'î çok yüksekti

Gerçekten de Prenses Diana, Prens Charles'la evlendiği 1981' den bu yana paparazzilerin en büyük avıydı. İngiliz basını ise Prensesin, basını istediği gibi yönlendirdiğini iddia ediyordu. Örnek olarak da Prens Charles' ın, uzatmalı sevgilisi Camilla Parker Bowles için verdiği doğum günü partisini gölgede bırakmayı başardığı gösterili­yordu. Diana, Fransa sahillerin­de Dodi ile paparazzilere bol bol malzeme çıkararak gazetele­re manşet olmuştu. Dodi ile son beş haftadır yaşadığı iddia edi­len aşk, paparazzilere tam 5 milyon dolar kazandırmış.


İhmal mi cinayet mi?

Kazadan hemen sonra her biri kafa bulandırıcı açıklamalar peşpeşe gelir. Diana ile Dodi' nin kaza anında, içinde bulun­dukları lüks Mercedes'i kulla­nan kişi şöför değil korumadır. Açıklamayı Dodi ailesinin sahibi olduğu Ritz Oteli yapar. Onlara göre arabayı Henri Paul isimli otelin "iki numaralı" güvenlik yetkilisi kullanıyormuş. Merce­des marka otomobillerin yetkili zevatı ise kaza anında, çiftin içinde bulunduğu "zırhlı" lüks Mercedes'in 600 SEL marka oto olduğunu, ağır olduğu için çok tecrübeli şoförlerin kullanması gerektiğini beyan buyururlar. İyi de Dodi ile Diana neden şöför değil de yetkili bir güven­lik görevlisini direksiyon başına geçirsinler ki... Şoförlerinden mi şüphelenmişlerdi. Güvenlik ihtiyaçları mı vardı. Bir şeyler­den mi işkilleniyorlardı? Sonra zırhlı ve güvenli bir arabanın 130 km hızla giderken hızla du­vara, direğe çarpıp takla atarak hurdaya dönmesi normal miydi?..

Medya bunu sesli düşünür­ken Paris Savcılığı yaptığı ince­lemenin sonuçlandığını duyu­rur. Aracı kullanan güvenlikçi Paul'de "yüksek miktarda" al­kol bulunmuş. Tabii bu açıkla­ma kimseyi kesmez. Dodi ile Diana, hem de komplodan korktukları halde iki hatayı aynı anda yapabilirler miydi? Yani direksiyona tecrübesiz, dahası alkollü birini geçirebilirler miydi?..

İngiliz yetkililer başka bir fre­kansa geçerler, Diana'nın kaza­dan bir yıl önce kendisine uygu­lanan "24 saat sıkı koruma" yı kaldırdığını, eğer kaldırmasaydı bu kazayı yaşamayacağını söy­lerler. Peki Diana neden koru­malarını geri çevirmişti?.. Veya İngilizler "devlet namusu" olan birinin, sırf o istedi diye neden güvenlik sistemini kaldırmışlar­dı?.. Acaba Diana, bizzat İngiliz­ler tarafından öldürüleceğinden mi korkuyordu? Korumaları, kendi güvenliğini sağlamak için mi geri çekmişti? Medyanın bu soruları İngiliz polis örgütü Scotland Yard'ın bu konuda başını hayli ağrıtacaktı.

Avrupa gazeteleri Prenses Diana'nın ölüm haberine birinci sayfalarında yer ayırarak okuyu­cularına geniş bir şekilde duyu­rurlar.

Paparazziler aklandı!..

Herkes kazaya paparazzile­rin sebep olduğuna inandığı bir sırada eski uşağının yaptığı bir açıklama gündeme bomba gibi oturur. Uşak Paul Burrel "Lady Diana bir trafik kazasında öl­dürüleceğini biliyordu. Bunu bana söylemişti" demekle kal­maz oturup bir de kitap yazar.


Diana'nın ölümünden tam 6 yıl soma "A Royal Duty" (Bir Kraliyet Görevi) adlı kitabın ba­zı bölümleri Daily Mirror Gazetesi'nde yayınlanır. Kitaptaki ifa­delere göre Diana, uşağına bı­raktığı mektubunda, "Hayatı­mın en tehlikeli dönemini yaşı­yorum" demektedir. Diana, kendisine komplo düzenlemek isteyen birinin de adını verir ve özellikle aracın fren kısmına müdahale edeceklerini öne sür­müştür. Daily Mirror, yasal ne­denlerden ötürü, Diana'nın mektubunda bahsettiği kişinin adını sansürler. Mektup, kaza­dan on ay önce kaleme alın­mıştı.

Diana, kazanın özellikle eski eşi Veliaht Prens Charles'ın ye­niden evlenebilmesi için düzen­leneceğini iddia ediyordu. Burrell'e göre Prenses Diana, tele­fonunun dinlendiğinden emin­di ve koruma olarak verilen po­lislere ise hiç güvenmiyordu.

Bu iddia ile Paparazziler ak­lanmış, geriye bir kişi kalmıştı. Bu kişi, şoför Henri Paul'dü. Hergele, sarhoş kafayla direksi­yon sallamış. Ancak Burrel öyle iddialar da bulunuyordu ki şofö­rün de masum olduğu anlaşılı­yordu.

Bu şoku ikinci bir şok takip etti. İngiliz SKY TV'nin seyir­cileri arasında başlattığı bir anket, halkın büyük bölümü­nün "Diana'nın öldürüldüğü­ne" inandığını ortaya çıkardı. Ankete katılan İngilizlerin yüz­de 81'i Diana'nın bir suikaste kurban gittiğine inandığını belirtir.

Bu arada, haberi yayınlayan The Daily Mirror gazetesi genel yayın yönetmeni Piers Morgan, yaptıkları yayını savunarak "ta­rihi aydınlatmak" istediklerini ileri sürer. Ayrıca Diana'nın ölü­müyle ilgili olarak "İngiltere'de neden hiç soruşturma yapıl­madığının hesabını" sorar.

Kraliyet ise her zamanki gibi sessizliğini koruyarak yorum­dan kaçınır. İyi de, eski uşak neden böyle bir gerçeği açıklamak için 6 yıl beklemişti?.. Belki de Diana'nın çocuklarının olayları kavraya­cak kadar büyüyeceği günü kol­lamıştı.


A Royal Duty adlı kitabına ilişkin açıklamalarını sürdüren uşak Paul Burrell, Diana'nın ha­yatı hakkında "çok şey" bildi­ğini, hepsini kitaba yazmadığı­nı, ancak bunları sadece prense­sin büyük oğlu Prens William la "yüzyüze konuşarak" paylaşabileceğini bildirir ve ila­ve eder; "Karşıma oturtup, 'bak bu bildiklerim, bu his­settiklerim, bunlar da bilip de asla anlatmayacaklarım' di­yeceğim. Kimse bu görüşme­nin içeriğini bilmeyecek. William annesinin hayatında neler olduğunu bilmeli. Hoşlansa da, hoşlanmasa da bu gerçekleri öğrenmeli... "


Uşağın bu çağrısına Diana' nın oğlundan cevap gelir ve sus­masını ister. Uşak da cevap ola­rak Prens William ve Prens Harry'ye bir an önce "büyüme­lerini" tavsiye eder ve der ki "İsterlerse onlara aklımın bir kısmını memnuniyetle verebi­lirim, çünkü görünüyor ki, bir an önce büyümeleri gerek. "

Burrel'in bombası bununla da bitmez. ABD'de yayın yapan ABC televizyonundaki konuşmasında "Diana, Dodi'yi değil, Hasnat Han'ı seviyordu. Onunla evlenecekti. Ancak Hasnat Han'la aralarına bir şeyler girdi ayrılmak zorunda kaldı" diye yaptığı açıklama ka­faları iyice karıştırır. Hasnat Han Pakistan asıllı bir kalp doktoru­dur

Burrell, "ikisinin de kafa yapılarının büyük bir uyum içinde olduğunu, bütün ömür­lerini başkalarına yardım için adayabilecek iki insan olduk­larını" ilave ederler. Prenses, Han ile ilişkisini bitirdikten kısa bir süre sonra da El Fayed ile tanışmış.

Yeni şahitler diyor ki

Paris'teki trafik kazasının şa­hitlerinden Cezayir asıllı Fransız Muhammed Medcahdi, pren­sesin bulunduğu Mercedes mar­ka otomobilin kontrolünü nasıl kaybettiğini Daily Mail gazete­sine (16 Ocak 2004) yaptığı açıklamada anlatır. Prensesin bulunduğu araç Pont D'Alma tünelinde bu şahidin hemen arkasındadır. Araç birden kontrolden çıkar. Hızını artırarak Medcahdi'nin aracına yaklaşır­ken Medcahdi kendini kurtar­mak için gaza daha çok basar. "Daha sonra otomobilin, tü­nelin beton duvarına çarptı­ğını gördüm. Aracın çarpma­sıyla ortaya çıkan gürültü da­kikalarca tünelin içinde çınla­dı" diye konuşur ve bir bomba da kendi patlatır. Kaza sırasında tünelde başka araç ya da paparaziler yoktur." Trajik bir ka­zaydı ve kimsenin de olayda bir rolü yoktu" diye anlatmaya devam eder.



Bu da şunu gösterir. Paris po­lisinin gözaltına aldığı gazete­ciler, olayı haber alıp da gelen­lerden başkaları değildir. Yani paparazzilerin olayla hiçbir ilgi­leri yoktur.



Dodi el Fayed

Bir başka son şahid ise Diana'nın enkaza dönen Mercedes'ten çıkarılması çabalarına katılan Carlo Zaglia isimli itfaiyecidir. Prensesin kazadan sonra uzun bir süre bilincinin açık olduğunu söyler.

Zaglia, "Enkaz içinden ba­na gözleri fal taşı gibi açık bakıyordu. 'Ne oldu? Neler olu­yor? Bana ne olduğunu göste­rin" diye konuşuyordu' dedi. Diana'nın sıkıştığı yerden çık­maya çalıştığını belirten Zaglia, genç kadına "Endişelenmeyin. Her şey düzelecek" dediğini de aktarır. Zaglia'nın açıklamaları, Diana'nın kazadan sağ kurtuldu­ğu, şuurunun açık olduğu ancak sonradan İngiliz gizli servisi ta­rafından öldürüldüğü iddiaları­na yeni malzeme verir. Zira ka­zadan sonra yapılan resmi açık­lamalara göre Diana'nın "konu­şamayacak" kadar kötü yara­landığı ifade edilmişti.

Diana, Müslüman olmak mı istedi?..

Eğer Diana öldürüldü ise se­bebi neydi? Herkes bir sebep arayışı içine girer. Bunlardan bi­ri Diana'nın Müslüman olmak is­tediği iddiasıdır. Bu bomba, Av­rupa'nın dışında, çok uzaklarda, Pakistan'da patlar. Prenses Di­ana'nın müslüman olmak istedi­ğini öne süren kişi Lahor Camii'nin imamı Abdülkadir Azad'dır. The Nation gazete­sine verdiği demeçte, Onun İslam dinini sevdiğini ve müslü­man olmak istediğini, islam di­nine olan eğilimi yüzünden Batı' da eleştirildiğini iddia eder.

1991'de Lahor Camii'ni zi­yareti sırasında Diana'ya "İslam dinini seçmesini" önerdiğini söyleyen İmam Azad,"Ancak o, bunu bir müslüman erkeğin desteğiyle yapmak istiyordu" diye ilave eder.


Karnında çocuğu ile mi öldü?


Kazayla ilgili soruşturmayı yürüten Fransız polis yetkilisi, İngiltere'de yayımlanan The Independent on Sunday gaze­tesine yaptığı açıklamada, Pren­sesin hamileliğinin hastane ta­rafından hazırlanan raporlarda açıkça belirtildiğini söyler. Ga­zete, adını vermediği Fransız polis yetkilisinin, ölüme "su­ikast ya da komplonun" yol aç­tığına dair delil bulunmadığını belirtir. Bununla birlikte "bazı şeylerin üstünün örtülmeye çalışıldığını" kabul ettiğini de yazar.

Fransız polis yetkilisinin, ha­mileliğin Diana'nın ailesi ve Kraliyet'e "utanç" vermemek için gizlendiğini söylediğini kay­deden gazete, hamileliğin "ölüm ve ölümü çevreleyen şartlarla doğrudan ilgisinin bulunmadığı"nı belirtmekle kalmaz bu olayın Fransız yargıç tarafından gizli tutulduğunu da iddia eder.

İşte dananın kuyruğu burada kopar. Charles'tan ayrı olduğu­na göre çocuk kimdendi? Pren­sesin doğuracağı çocuk ileride kraliyetin varislerinden biri ola­bilir miydi? Babanın kimliği kra­liyet için çok mu sakıncalıydı?..

Diana'nın ölümünden sonra kamuoyunda uzun süre tartışı­lan bu tür iddialar, başta Prenses'in yakın arkadaşları ve hak­kında kitap yazan uşağı Paul Burrel olmak üzere çevresi tara­fından yalanlanır. Bu, akla uşak Paul'ün "A Royal Duty" isimli eserini olayı saptırmak için kale­me aldığını veya Diana'nın özel hayatını tam bilmediğini getiri­yor. Günahı vebali boynuna...


Dodi'yi Türk mezarcı gömdü


Prenses Diana Hıristiyan adetlerine göre gömülürken, ar­kadaşı Mısırlı Müslüman Dodi el Fayed'i gömmek bir Türk me­zarcıya nasip olur. Dini kuralla­ra uyarak cenazeyi kaldırmak is­teyen baba Muhammed el Fa- yed, büyük oğlunun cenazesini Kıbrıslı Türk işadamı Ramazan Güney'in sahibi olduğu, Londra dışındaki Woking'de bulunan Brookwood Mezarlığı'na. defnettirir.


Muhammed el Fayed, cese­din çalınmasından korktuğu için, oğlunun gömülmesi işle­mini büyük bir gizlilik içinde geceyarısı gerçekleştirir. Londra'daki Regents Park Camii'ndeki cenaze töreninden soma, Dodi'nin naaşı Londra'ya 40 mil mesafedeki Avrupa'nın en bü­yük mezarlığına getirilir. 350 bin kişinin yattığı tarihi mezarlığın Kıbrıslı Türk sahibi Ramazan Güney, Hürriyet Gazetesi'ne yaptığı açıklamada; "Dodi'yi biz gömdük. Mezarın açılmaması ve Dodi'nin cese­dine birşey olmaması için 20 santim kalınlığında beton dökmem istendi. Muhammed Fayed, oğlunun cesedinin başına birşey gelmesinden korkuyor. Bana, "herşey poli­tik. Aman kimse mezara doku­nmasın" dedi. Politik lafıyla ne demek istediğini anlama­dım ama siz merak etmeyin. Adamlarımız gece kontrol eder diye teminat verdim" der.


The end...


Kazanın olduğu günden bugüne yedi yıl geçer. AP ajansı 06.01.2004 tarihinde Galler Prensesi Diana'nın Paris'te ölü­müne yol açan trafik kazasıyla ilgili olarak, İngiltere'de yapı­lacak ilk resmi soruşturmanın başladığı haberini geçer. Ha­bere göre Londra'da yapılacak oturumda iki tanığın ifadelerine başvurulacaktır. Kraliyet savcılı­ğı tarafından başlatılan soruştur­manın, suikastten cinayete kadar değişen çeşitli komplo teorilerine bir nokta koyması beklenmekteymiş. Kaza ile ilgili soruşturmanın uzun sürebilece­ği de söyleniyormuş.

Önce şunun sorulması gere­kiyor; ölen bir prenses idi. Ale­lade biri değildi. Niçin resmi so­ruşturma 1997 yılındaki ölü­münden tam 7 yıl sonra başladı?



Ahmet Sarbay
Tarih ve Düşünce Dergisi
Nisan 2004




7 Şubat 2014 Cuma

HAARP KIYAMET SİLAHIMI ?

HAARP kıyamet silahı

Ruslar, ABD yi suçluyor. "Bizi yakıyorsunuz!"
Tarihe baktığımızda HAARP teknolojisini ilk kullananlar ABD değil, Ruslar aslında. 04/07/1976 tarihinde bugünkü ABD' nin elindeki Alaska' daki HAARP teknolojisinin ilk prototipini Rusya' da 40 MV gücünde 3 tesis kurarak denemişti. "Rus Ağaçkakanı" denilen bu tesislerin çalışması 1993 yılına kadar devam etmiş, ABD, Rusları California eyaletini yakmakla suçlamıştı. Bu dönem içinde eyalette kuraklık, yangınlar, iklim değişiklikleri, seller meydana gelmişti. Tesis kapatıldığında eyaletteki iklim normale dönmüştü. 10/12/1976 yılında BM ler bir karar alarak, "iklim değişikliği için teknoloji üretiminin yasak olduğunu" ilan etti.

Bugün ABD nin HAARP teknolojisi, Rusların elindekinden daha güçlü. 180 anten ve bunlardan yayılan bir saniye içinde kullanılan frekans tam resmi olarak 3,6 GV gücünde ve gayri resmi olarak 10 GV gücünde, artık istenilen bir ülkenin hava sahasına veya yerkabuğuna yönlendirilme yetisine sahipler. 


Tabi bunu yaparken, petrol ve doğalgaz araştırılması, denizaltılar arası iletişim, R. Regan' nın itiraf ettiği gibi, nükleer füzeleri engellemek, yada atmosferik olayları çözümlemek ve bir takım felaketleri önceden engellemek gibi savunma amaçlı ve masum insancıl bilimsel bir deney olarak gösterilmektedir.




Tesisin ilk mucidi aslında N. Tesla' dır. 1900 yılında "doğal kanallar ile elektrik enerjisi aktarımı" için patent başvurusunda bulundu ama, kısa adı TMT "Tesla Magnifying Transmitter" olan bu aracın patentini ancak 1914 yılında alabildi. Bugünkü HAARP teknolojinin temeli bu patente dayanır. Tesla' nın sonra açlık içinde hizbe bir hotel odasında ölümüne kadar bu patentinden bir yarar sağlayamadı. Tesla' nın iddiasına göre 2 milyon USD kadar bir parayla tüm dünyada kablo olmadan elektiriğin aktarımını sağlamak istiyordu. Kablosuz 400 lambayı aynı anda yakmayı bile başarmıştı. Cihaz sadece 300 KV gibi mütevazi bir güçle çalışıyordu. Bu basit aletin bile, o zamanlar Tunguska olayına sebep olduğu söylenmişti.
Bu basit ve insancıl bir amaç hiç gerçekleşmedi ama bunun yerine dünyanın en korkulan tesisi yapıldı.

Üzerinden uçağın geçmesi halinde düşürebilecek, hatta havada yakabilecek kadar güçlü bir radyo dalgasına sahip, dünyanın en büyük ve en güçlü "mikro-dalğa fırını" demek daha doğru olur. Bu tesisin güneş patlamasından gelen kozmik zararlı ışınların benzerini yaratacağını söyleyenler ve yazanlar var. Çok uçuk bir teori ama bu gerçek ise; ışınların güneşten mi yoksa tesisten mi geldiğini artık bilemeyeceğiz. Bu hali ile tam bir kıyamet silahı...

Askeri bir tesisin içinde üzerinden uçak geçmesi yasak, bir kaç adet resim dışında bilinen bir görüntüsü yok. Yılda 4 defa çalıştırıldığı söyleniyor ama bu tesisin deprem yarattığından, üzerindeki dünyanın en büyük ozon tabakası deliğinin oluşturmasından, atmosferdeki iyonosfer bölgesini kızarttığı ve iklimde değişikliği tetiklediği yönünde ciddi iddialar var. Bunları yazıp söyleyenlerde bilimadamları. Hatta Tesla, TMT aletini tanımlarken 21/04/1908 tarihinde The Times editörüne şöyle yazmıştı; "Gelecekte savaşlar hava araçları, bombalar vs klasik şeyler ile yapılmayacak, adamın biri oturduğu yerden bir düğmeye basarak bir ülkeyi yok edebilecek. Bu yönde tesisler kurulabilir." demiştir. Tesla' nın icadını geliştiren Dr. Bernard J. Eastlund, 1938 yılında ABD Patent Dairesinden 4686605 nolu patentini aldı. Aldığı patent aslında HAARP cihazı idi. Buna benzer aldığı 2 patenti büyük firmalara sattı. Bu bilimadamı aynı zamanda Atomik Enerji Komisyonunda da 8 yıl çalışmıştı.


Bugünlerde Rusların iklim değişikliğinden ABD'yi suçlaması, geçmişte kendisininde yarattığı canavarın sonuçlarını çok iyi bilmesinden kaynaklanıyor olmasın? Rusya bugünlerde çok zor durumda, her gün 400 den fazla yerde çıkan yangınlar sonucu;
*Tüm ülkedeki tarımsal üretimin 1/4 ü yok olmuş durumda, buğday fiyatları % 50 arttı, nedense ABD' de bu yılda olağanüstü bir buğday fazlası varmış, Ruslar tarımsal açığı kapamak için, günde 10-14 milyon varil petrol üreterek tarihinde ilk defa dünyanın en büyük üreticisi olarak Suudileri solladı. Bu durum dünyada petrolün varilinin 80 USD ye çıkmasını engellemedi.
*Yangınlar nükleer tesislere ulaşmış durumda ve kullanılmış atık depolarının yanması halinde atmosfere yayılan radyasyonlu duman ile tüm Rusya halkı kanser tehlikesi ile karşı karşıya,
*Rus borsası gelişmelerden rahatsız olmuş ve yabancı yatırımcılar ülkelerine geri dönüyor.
*Rus ordusuna ait Kolomenskaya gizli bölgesindeki iki askeri üs tamamen hasar görmüş durumda, burada Rusların kozmik belgelerinin yandığı söyleniyor,
*Yangın ve ölümler ile Putin' nin halk desteği devamlı düşüyormuş,
*Türkiye iki yangın söndürme helikopterini Moskova' ya göndermiş bile, ayrıca Fransa, Almanya, Polonya ve Bulgaristan bile teknik araç ve ekip göndermiş, tabi bunun arkasında nükleer atık dolu bulutların bu ülkeleri etkileme ihtimali korkusuda var.
Hiçbir zaman ispat edilemeyecek bir yığın iddia altında, 130 yılın en sıcak yazını yaşıyoruz. Rus bilimadamlarına göre; bu sıcaklığın sürmesine neden olan hiçbir meteorolojik veride ortada yokmuş. Anormaliklerin içinde, normal hayatımızı yaşayoruz desek yalan olur. Bu da komplo teorilerini akla getiriyor ister istemez.


Kaynak:
http://alternatif.blogcu.com/haarp-kiyamet-silahi/8668095

PHILADELPHIA DENEYİ

Philadelphia Deneyi,

 28 Ekim 1943 tarihinde Amerikan donanmasının Pensilvanya eyaletine bağlı Philadelphia şehri limanında yaptığı iddia edilen deneydir. İddiaya göre donanmaya ait bir koruma destroyeri olan DE 173 sınıfı 1240 tonluk USS Eldridge birkaç dakika içerisinde 600 km.'den fazla bir uzaklığa gidip tekrar gelmiştir. Deneyin varlığı konusunda hiçbir delil bulunmamaktadır. Amerikan donanması da böyle bir deneyin kayıtlarda var olmadığını belirtmiştir. Al Bielek hariç deneye katıldığı iddia edilen tüm askerler bunu yalanlamış, hikâyenin bir aldatmaca olduğunu söylemişlerdir. Bielek'in hikâyesi de daha sonra yalanlanmıştır.

Teoriye göre maddeye yüksek değerde manyetik rezonans uygulanırsa zaman/boyut kırılmasına geçer…


Gökkuşağı Projesi (Rainbow Project) adıyla da bilinen bu deney, 1984 yılında beyaz perdeye aktarılana kadar ciddiye alınmamıştı. Ancak o tarihden bu güne kadar resmi makamlarca defalarca yalanlanmasına rağmen en çok merak edilen konulardan biri olmuştur.

Deneyin iddia edilen hikâyesi

İddia sahibi ataldır, Deneyin yapılmış olma ihtimalinden ilk söz eden kişi Morris K. Jessup'dur. Jessup amatör bir gökbilimciydi ve UFOlar üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyordu. Deney ile olan ilgisi ise 1955 yılında eline geçen bir mektupla başlar. Mektup, Carlos Miguel Allende adında birinden geliyordu ve deneyden detaylı olarak bahsediyordu. İddiasına göre Allende, deneye gözlem gemisi olarak katılan SS Andrew Furuseth adlı şilepte görevli bir denizciydi. Deneye baştan sona şahit olmuştu.

Deneyin hazırlık aşaması

Deneyin temelinde Einstein'in Birleşik Alan Teorisi vardı. Teori, basitce, nesneler arası çekim esası ve elektromanyetizma üzerine kurulmuştur. Einstein, 1920'lerden itibaren bu teorisi üzerine yoğunlaşmış, 1925-1927 yılları arasında Almanya'da, bir fizik dergisinde yaptığı çalışmaları yayımlamış, ancak bu çalışmalarını hiçbir zaman tamamlayamamıştır.
İddiaya göre deneyin çalışmaları 1930 yılında Chicago Üniversitesinde başlamış, bir yıl sonra da Princeton Üniversitesinde devam ettirilmişti. Hatta Albert Einstein Dr.John von Neumann ve Dr.Nikola Tesla'nın da zaman zaman proje dahilinde çalıştıkları iddia edilmiştir.
Birleşik Alan Teorisi'nin deneye uygulanışı ise "çok güçlü bir elektromanyetik alan oluşturup gemi üzerine gelen ışığı (ve radar sinyallerini) kırarak ya da bükerek optik görünmezlik sağlamak" şeklinde düşünülmüştü. Bu doğrultuda 75 KVA gücündeki iki dev jeneratör geminin ön top taretlerinin altına monte edildi, buradan geminin güvertesine 4 manyetik ışın yayılacaktı. 3 RF vericisi (her biri iki megavat CW gücündeydi ve onlar da güverteye monte edilmişti). 3000 adet 6L6 güç artırıcı tüp, iki jeneratörün oluşturduğu gücü yayacaklardı, özel eşleme ve modülasyon devreleriyle diğer ekipman, oluşan kütlesel elektromanyetik alanları kullanılırlığa indirgerken, kırılmış ışınlar ve radyo dalgaları gemiyi saracak ve sonuçta gemi düşman gözlemcileri için görünmez olacaktı.
Amaç görünmezlikti fakat iddiaya göre donanma bu deneyde tesadüfen de olsa maddenin ışınlanmasını gerçekleşti.

Deneyin gerçekleştirilişi

Allende, deneyin 22 Haziran 1943'te sabah 09:00'da jeneratörlere güç verilerek başlatıldığını söylüyordu. Bu aşamadan sonra yeşilimsi bir sis gemiyi örtmeye başlamış ve USS Eldridge ortadan kaybolmuştu. Devamını şöyle anlatıyordu Allende :
"Bir an sadece geminin çapasını görebildim, sonra o da kayboldu, ortada artık ne sis ne USS Eldridge vardı; bomboş denize bakıyorduk, bizim gemide bulunan üst rütbeli subaylar ve bilim adamları korku, dehşet ve heyacan içinde nefeslerini tutarak bu inanılması güç başarılarını seyrediyorlardı. Gemi ve mürettebatı hem radarda hem de gözlerimizin önünde yok olmuştu. Her şey planlandığı gibi yürüyordu, 15 dk. sonra emir verildi ve jeneratörlerin şalteri kapatıldı. Önce hiçbir şey olmadı, arkasından yeşil sis tekrar ortaya çıktı ve USS Eldridge yeniden görünmeye ve ortaya çıkmaya başladı ama gemi nereye gitmiş ve nereden geliyordu? Sis azalırken, birşeylerin tuhaf gittiğini hissediyorduk. Hemen gemiye yanaştık, ilk önce mürettebatın çoğunun geminin yanından sarkıp kustuklarını gördük, diğerleri ise geminin güvertesinde şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı,sanki hiçbirinin bilinci yerinde değildi. Yetkili ekipler gemiye girerek bütün mürettebatı kısa süre içerisinde uzaklaştırdılar ve yerlerini hazır bekletilen yeni bir mürettebat aldı. Bir iki gün sonra, yeni bir deneye daha karar verildi. Gemi istenen radar görünmezliğine ulaşmıştı, donanım değiştirildi ve 28 Ekim 1943'te deney yine aynı gemide tekrarlandı. Jeneratörler çalışmaya başladıktan hemen sonra Destroyer hemen hemen görünmezlik çizgisine ulaşmıştı, sadece burnu ve arkası görülüyor, arada ise bazı çizgiler belli belirsiz seçiliyordu. Sonra sadece su üzerinde tekne boyunda bir çizgi kaldı. Bir iki dakika sonra mavi bir ışık parladı ve o çizgi de yok oldu. Şimdi gemi tamamen yok olmuştu. Birkaç dakika sonra millerce uzakta Norfolk'ta ortaya çıktı. Göründükten biraz sonra bilinmeyen bir nedenle yine kayboldu ve Philadelphia'da tekrar ortaya çıktı. Bu kez durum çok ciddiydi, tüm mürettebatın başı beladaydı. Bazıları yok oldu ve bir daha geri dönmedi. Bu olayın en korkunç bölümü ise beş denizcinin geminin eriyen ve sonra yine katılaşan metal levhalarının içinde kalmalarıydı. Bu çok feci bir durumdu. Denizcilerin birisi kurtuldu fakat bir daha eski haline dönemedi. Aklını tamamen yitirmişti ama yapacak hiçbir şey yoktu. Bazılarının psişik yetenekleri gelişmişti, sokakta yürürken kaybolan ve yine ortaya çıkan insanlar vardı. Manyetik alanın içinde kalan mürettebattan kaybolanlar ancak birisinin yüzüne ve eline dokunulmasıyla görünür hale geliyorlardı, yani dokunmanın giysinin olmadığı bir yere yapılması gerekiyordu. "Donma" adı verilen bu olay saatlerce, günlerce sürebiliyordu, hatta bir tayfa tam altı ay donduktan sonra kurtarılabilindi. Elektronik kamuflaj başladıktan sonra geminin ve mürettebatının bütünüyle kaybolup,çok uzak bir yerde ortaya çıkıp ve sonra yeniden geri dönmesine neden olan neydi?"
Bu hikâyeye göre USS Eldridge, 28 Ekim sabahı Philedalphia limanından 640 km. ötedeki (375 milNorfolk askeri deniz üssüne gidip tekrar gelmiş ve bu olay birkaç dakika içerisinde olmuştu. Jessup bu inanması güç hikâyeye temkinli yaklaştı. Allende'ye gönderdiği cevapta daha fazla ayrıntı ve varsa olayın gerçekliğiyle ilgili kanıtlar istedi. Allende'nin cevabı ise aylar sonra geldi, fakat bu sefer gelen mektupta Carl M. Allen imzası vardı. Allen kanıtı olmadığını yazıyordu ancak hipnoz seansına katılabileceğini ya da pentotal (bilinci uyuşturarak iradeyi kıran doğruyu söyleten bir ilaç) alarak gördüklerini anlatabileceğini savunuyordu. Jessup bu mektupdan sonra yazışmamaya karar verdi.

Morris Jessup'un intiharı

1957 ilkbaharında Jessup, Deniz Kuvvetleri Araştırma Bürosu'ndan bir davet aldı. Büroya ulaştığında kendisine yine kendinin yazdığı (ve çoğunlukla ününü borçlu olduğu) The Case for the UFOisimli kitap gösterildi. Bu kitap bir yıl kadar önce büroya postalanmıştı. Kitabın dikkat çekici yanı ise sayfalarda alınmış olan notlardı. Notlar üç farklı yazıyla yazılmıştı ve binlerce yıl önceki uygarlıklardan söz ediliyor, dünyaya gelen uzay araçları tarif ediliyordu. Sonunda ise Güç alanlarından, bir maddenin nasıl kaybolup, nasıl ortaya çıkarılabileceği ve 1943'te yapılan deneyden söz ediliyordu. Jessup yazılardan birinin Allen'e ait olduğunu fark edip durumu bildirdi. Sonrasında diğer yazıların da aynı kişiye ait olduğu, farklı renk ve özelliklerdeki kalemlerle yazıldığı anlaşıldı.
Bu olaydan sonra Deniz Kuvvetleri Jessup ile yeniden bağlantı kurup Allende'nin mektuplarında belittiği adresin terkedilmiş bir çiftlik evine ait olduğunu, ayrıca, Jessup'un kitabının üzerindeki notlarla ve Allende'nin mektuplarıyla birlikte yeniden düzenlenerek Deniz Kuvvetleri bünyesinde dağıtılacağını bildirdi. Rakam tam olarak bilinmemekle beraber bu şekilde 100 kadar kopyanın Deniz Kuvvetlerinde dağıtıldığı sanılmaktadır. Bu baskıdan üç kopya da Jessup'a gönderilmiştir.
Bu olaydan iki yıl kadar sonra, 20 Nisan 1959'da Morris Jessup, Miami'de Hammock Parkı'nda, kendi aracı içerisinde ölü bulundu. Polis raporlarına göre egzoz gazıyla intihar etmişti. Carlos Allende ise bir daha ortaya çıkmadı ve olay bu şekilde kapandı.

Alfred Bielek'in ifadesi

Bugün bilinen, hikâyenin çoğunun 1984 yapımı Stewart Rafill'in yönettiği "Philadelphia Experiment" (Philadelphia Deneyi) isimli filmden uyarlandığıdır. 1990'larda Eldridge gemisinin mürettebatından Alfred Bielek deneyin içinde yer aldığını ifade etmiş, bu ifade internet aracılığıyla yayılmıştır. Ancak 2003 yılında Bielek'in hikâyesi küçük bir araştırmacı grup tarafından yalanlanmış, deney sırasında geminin yakınında bir yerde olmadığı gösterilmiştir.

Hikayedeki tutarsızlıklar

USS Eldridge gemisi 27 Ağustos 1943'e kadar hizmete girmedi, eylül ayına kadar da New York limanından ayrılmadı. Ekimde gemi Bahamalar'a doğru ilk deneme seferine çıkmıştı. Eldridge gemisinde görev yapanların da üyesi olduğu bir savaş gazileri birliği, Nisan 1999'da yayımladığı bildiride geminin asla Philadelphia limanına uğramadığını belirtmişlerdi



Kaynak:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Philadelphia_Deneyi

KÜRESEL ISINMA KOCAMAN BİR YALAN MI ?

Küresel Isınma Kocaman Bir Yalan mı?

Ethem Derman hocamın bu yazısı küresel ısınma ile ilgili olan tartışmaları içeriyor. Genel beklentinin tersine gökbilimciler önümüzdeki 5-10 yılda küresel soğuma olacağını ileri sürüyor. Nasıl mı?

Yeryüzünün ortalama sıcaklığı son yüzyılda hızla artmakta. Aşağıdaki grafiği NASA'nın bir birimi (Goddard Institute of Spaca Science, GISS) tarafından yayınlanmıştır. Bu grafiğe bakınca son 100 yıldaki artış çok belirgin olarak gözüküyor ve özellikle son 50 yılda artışın ivmesi daha da fazlalaşmış durumda. Bunun nedeni olarak son yüzyılda sanayi devriminin uç noktaya geldiği ve tüm sıcaklık artışının insan eliyle yapıldığı kabul ediliyor.

O zaman önce bu küresel ısınmayı biraz mercek altında tutmamız gerekiyor. Özellikle sanayi fabrikaları atmosfere bol miktarda karbon dioksit (CO2) salmaktadır. Atmosferdeki karbon dioksit, metan ve su buharı gibi gazların miktarı arttığında üstümüzdeki battaniye biraz daha kalınlaşacak, güneşten gelen ısıyı yakalayacak ve küresel ısınma gittikçe artacak. İşte sera etkisi olarak bilinen bu olay gelecekte başımızı çok ağrıtacak.
Son 1500 yılda yapılan sıcaklık ölçümleri görülüyor. Termometre ile yapılan ölçümlerin hatası çok küçük ama dolaylı yollardan bulunan eski tarihlere ait sıcaklık değerlerinin hatası da büyük.
Bu küresel ısınma böyle devam ederse Dünya'mıza neler olur sorusunu sorduğumuzda bir felaket senaryosu ortaya çıkıyor. Bakın bilim insanları neler olacağını şöyle sıralıyor.

1) Kutuplardaki buzulların ve karların erken erimesi kuraklığa neden olacak ve çok ciddi su sıkıntısı çekilecek.

2) Deniz su seviyesinin yükselmesi bir çok kıtada kıyılarda ciddi seller meydana getirecek.

3) Deniz yüzey sıcaklığının artması kasırga ve hortumların tetikleyicisi olacak ve yer yüzünde birçok noktada bu doğa olayı ile savaşmak zorunda kalacağız.

4) Ormanlar, çiftlikler ve kentler yeni belalar ile tanışacak, sinek kaynaklı hastalıkların sayısı artacak.

5) İklimler değiştiği için ilkbahar erken geliyor, kışın sıcaklıklar artıyor, hayvanların göç dönemlerine etki edecek.

6) İşte bu iklim değişiklikler ve yaşamın bozulması birçok bitki ve hayvan türünün yok olmasına neden olacak. Daha bir çok senaryo var, hatta 2050 yıllarında yaşamak olanaksız olacak diyen dahi var.
.
Peki bu gazları kim üretiyor diye sorduğumuzda en fazla yer altından çıkarılan petrol, kömür gibi fosil yakıtların yanması sonucu bol miktarda karbon dioksit salınmaktadır. Bunlara örnek olarak da kömür, petrol kullanan enerji santralleri ve otomobilleri hemen sayabiliriz. Ormanların yanması da atmosferi çok etkileyen olgulardan biridir. İşte son günlerde sık duyduğumuz rüzgar gibi yenilenebilir kaynaklardan enerji elde edilmesi, elektrik ile çalışan otomobillerin piyasaya çıkışı dünyamızı olası ölçüde küresel ısınmadan korumak içindir.

Küresel ısınma sorunu ile bir çok devletler yakından ilgilenmektedir. Atmosfere salınan gazları azaltmak için bir çok önlemler almaya çalışmaktalar. İklim değişikliği ile ilgili uluslararası iki düzenleme var. Birincisi “İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi”, diğeri ise “Kyoto Protokolü”. İlk sözleşmede 190 ülke ve Avrupa Birliği taraf. Ülkemiz bu sözleşmeyi uzun müzakereler sonucu 2004'de taraf oldu. İkinci sözleşmede ise 167 ülke ve AB taraf. Bu sözleşmelerde ne kadar karbon dioksit salması yapıyorsun ona bakılıyor. Türkiye kişi başına karbon dioksit üretmede 75. Bu sözleşme bir takım sayılara bağlı olarak bazı ülkelerin salınımını azaltmasını, bazılarının ise hala belirli bir hakkı olduğunu ortaya koyuyor. Doğal olarak ülkemiz her zaman olduğu gibi birinci sınıfta ve 2009 yılında bu protokölü de imzaladık. Bu imza ülkemize büyük yük getirmektedir. İnternetde bu konuda bol miktarda türkçe döküman bulabilirsiniz.

 Tüm bu olaylar başkan Clinton döneminde ve onun bilim danışmanı AlGore ile başladı. Bu harekete veri sağlayan da meteoroloji ve iklimbilim çalışan bilim insanlarından gelmektedir, yani olay gayet bilimseldir. Çağdaş aletler ve uydular kullanılmaktadır. Gördüğünüz gibi tüm ülkeler bu küresel ısınma denilen canavarla savaşırken gökbilimciler bu konunun ters tarafında durmaktadırlar, zaten her zaman terstirler ya. Onlara göre yeryüzünde meydana gelen, hem kısa hem de uzun dönemli iklim değişiklikleri insan eliyle değil doğal bir takım gökyüzü olayları ile ilişkilidir. Bu konuda bir çok çalışma var ve bunları sırasıyla anlatmaya çalışacağım ama “küresel ısınma” kavramını son yüzyılda daha çok sanayi devrimine yani atmosferde başta karbondioksit olmak üzere sera gazlarına bağlayan söylemleri de sakın unutmayınız.

2009 yılında biten 23. çevrim ve yine o yıl başlayan 24 çevrime ilişkin bilim insanlarının tahminlerini görüyorsunuz. Bu grafik NASA tarafından yayınlanır ve gözlenen veriler sürekli güncellenir. 24. çevrim için bekleniler en azından 5-6 kez değiştirilmiştir. Önümüzdeki yıllarda güneş etkinliği çok düşük olacak.

 Güneş bazı zamanlarda yüzeyindeki manyetik alan şiddetini ve lekelerin sayısını artırır, müthiş patlamalar olur. Bu duruma “Güneş Etkinliği” diyoruz. Etkinliğin minimum olduğu ardışık iki minimum arasındaki zaman da “Güneş Etkinlik Çevrimi” diyoruz. Çevrim dememizdeki neden tam dönemsel olmayışıdır. Bunun değeri her etkinlikte değişir ama ortalama 10.7 yıldır, çoğu zaman yuvarlar 11 yıl deriz. Etkinliği saptamak için bir çok yöntem kullanılır ve hepsi de birbiri ile uyumludur. Galileo teleskobu bulduğundan bu yana Güneş üzerindeki lekeler sayılmakta ve bunların sayısının değişimi diğer yöntemler gibi bize etkinliği çok güzel göstermektedir.

 1645-1715 tarihleri arasında çok az leke gözlenmiştir. Bu aralığa Maunder minimumu denir. İşte bu aralık küçük buz çağı olarak bilinir. O tarihlerde özellikle kuzey Amerika ve Avrupa çok sert kışlar yaşamıştır. Özellikle 1708-09 kışı en soğuk günlerin saptandığı kıştır ve buzullar Paris'e kadar inmiştir. Bu durum ise bize Güneş etkinliği ile iklim arasında bir ilişki olduğunu söyler. Bilim söylentilere dayanamazdı ama hemen arkasından bilimsel veriler geldi. Ağaç halkalarındaki karbon-14 (C14) ölçümleri de Maunder minimumunu kanıtladı.
 
 C14 izotopu, atmosferin üst katmanlarındaki Azot-14'ü (N14) kozmik ışınların bombalaması sonucu N14, Beta-bozulmasına uğraması sonucu oluşur ve arkeoleoglar buldukları eserlerin yaşlarını bulmak için bu izotpu çok kullanırlar. Atmosferdeki C14 bolluğundaki değişim güneş etkinliğindeki değişim ile uyumludur. Güneş etkinliğinin yüksek olduğu zamanlarda C14 üretimi düşüktür. Bunun nedeni de güneş rüzgarlarının kozmik ışınlara karşı durmasıdır. C14'deki bu değişim bir çevrim boyunca sadece ortalama bolluğun %1'i kadardır. Bu ölçümler ayrıca 1450-1540 yılları arasında Spörer, 1790-1820 yılları arasında biraz daha az önemli olan Dalton minimumlarının varlığını göstermiştir. Son 10000 yıla baktığımızda, C14'ün 7000 yıl önce bol olduğunu ve 1000 yıl öncesine kadar da azaldığını görüyoruz.

  Buraya kadar yazdıklarımdan çıkan sonuç birbirine rakip iki görüşün olduğunu ileri sürüyor. Birincisi son yüzyılda meydana gelen, insanoğlunun neden olduğu ve iklimbilimciler ve meteoloji uzmanlarının savunduğu, diğeri ise binlerce yıl öncesine dayanan ve bunun sadece doğal bir gökyüzü olayı olduğunu ileri süren gökbilimcilerin kuramı. Yazı uzadığı için burada keseyim ve bir sonraki notumda gökbilimcilerin ortaya koydukları bilimsel kanıtları tek tek sizlere sunacağım. Şimdilik şunu yazabilirim ki önümüzdeki 5-10 yılda gökbilimciler KÜRESEL SOĞUMA yani küçük bir BUZUL ÇAĞI bekliyorlar.








Kaynaklar :
http://gokbilgi.blogspot.com.tr/2011/02/kuresel-isnma-kocaman-bir-yalan-m.html
Prof. Dr. Ethem DERMAN, Ankara Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölüm Başkanı

FLORUR SAĞLIGA YARARLIMI (ZARARLIMI) ?

Florür Nedir?

Florür, yer yüzünün hemen hemen her yerinde yaygın olarak bulunan doğal bir mineraldir. Bazı gıda ve su kaynakları da florür ihtiva ederler.
Diş çürüklerini azaltmak için içme suyuna genellikle florür eklenir. 1930’larda, araştırmacılar doğal olarak florürlü içme suyu ile büyüyen insanların, florürlü su bulunmayan alanlarda yaşayan insanlarda göre üçte iki daha az çürük görüldüğünü tespit ettiler. O tarihten bu yana, su şebekesine su eklendiğinde diş çürüklerinin azaldığı defalarca gösterilmiştir. Amerikan Diş Hekimleri Birliği, Dünya Sağlık Örgütü ve Amerikan Tabipler Birliği gibi birçok kuruluş, diş çürüğü üzerindeki etkisinden dolayı su kaynaklarında florür kullanımını onaylamıştır. 

Florür ve suların florlanmasıyla ilgili Türkçe araştırmaları google’da yaparsanız bir çoğunda Türkiye’de suların florlanmadığı ve içme sularından da bu minerali düzgün alamadığımız için risk altında olabileceğimizi belirten bir çok yazıya denk geleceksiniz. Peki gerçekten durum böyle mi? Diş macunlarındaki florür ve içme sularının florlanması gerekli mi? 

Florür ile ilgili en önemli iddiaları sıralarsak;

1)  Nörotoksik (sinir hücreleri üzerine toksik etki gösteren sinir hücrelerini tahrip eden) ve IQ’yu azaltan bir etkiye sahip. 1995 yılında Dr. Phyllis Mullenix’in hayvanlar üzerinde yaptığı deneylerle bu durum ispatlanmıştır. Yine 1998 yılında fareler üzerinde yapılan deneyler sonucunda, sularında 1ppm sodyum florür (NaF) bulunan farelerin Alzheimer benzeri hafıza rahatsızlıklarına yakalandıkları gözlemlenmiştir. 

2)  Kansere yol açıyor; New Jersey sağlık bakanlığı yaptığı araştırmada suyun florürlendiği bölgelerdeki erkek çocuklarında kemik kanserinin 2 ile 7 kat arası daha fazla olduğunu tespit etti. Ayrıca florürün rahim kanseri riskini arttırdığına dair ciddi çalışmalar da bulunmaktadır.
 
3) Doğum kusurları ve fetüs ölümlerine yol açıyor; İngiliz toksikologların yapmış olduğu araştırmaya göre su florürlemesi bulunan alanlarda, bulunmayan komşularına göre fetüs ölümlerinin %15 daha fazla olduğu gözlemlenmiştir. Su florürlemesi yapılan bölge, yapılmayan komşu bölgesine göre daha yüksek sosyo-ekonomik seviyededir ve fetüs ölümlerinin daha az olması beklenmektedir.

 4)  Etkisizliği kanıtlanmış; sudaki ve diğer ürünlerdeki florür alaşımları herhangi bir kayda değer diş çürümesine karşı koruma sağlamıyor. Bu konudaki tüm geniş ölçekli çalışmalar hiç bir pozitif etkinin bulunmadığını göstermiştir.

 5)  Bağışıklık sistemine zarar veriyor; bağımsız araştırmalar göstermektedir ki, florür bağışıklık sisteminin fonksiyonlarına da zarar vermektedir. Amerika’da 1960’lar ve 1970’lerden itibaren sulara florür alaşımları eklenmektedir. Şu anda bu jenerasyona ait kişilerde bağışıklık sistemi hastalıkları baskın oranlarda görülmektedir.
 
6)  Suya katılan florür alaşımları sıklıkla kurşun, arsenik ve radyonüklidlerle kirlenmiştir. Bunun sebebi de florür alaşımlarının toksik atıkların yan ürünü olmasından kaynaklanır ve bir çoğu suni gübre tesislerinin atık temizleme ünitelerinden gelmektedir. 2000 yılında yayınlanmış bir çalışmada ise suya florür alaşımları katmanın çocuklarda kandaki kurşun seviyesinin yükselmesine sebep olduğu gösterilmiştir.

 7)  2000 ve 2001 yıllarında yapılmış bir çok araştırmada florürün eklem iltihapları ve stres kırıkları gibi birçok kemik rahatsızlığına sebep olduğu vurgulanmıştır. Yukarıda yazmış olduklarım komplo teorileri değil, konu hakkındaki bilimsel makalelerden alınmış bilgilerdir. Fazla uzatmamak adına daha fazla yazmadım fakat florürün zehirlenmelere sebep olduğu, kilit ezimleri inhibe ettiği, tiroit fonksiyonlarını durdurduğu gibi konularda da makaleler mevcut. Ayrıca bir çok belki bizim de yaşadığımız ve neden kaynaklı olduğunu bilemediğimiz kronik baş ağrıları, mide krampları, güçsüzlük ve halsizlik gibi etkilerinden de bahsediliyor. 

 Özellikle yurtdışında bağımsız birçok araştırmacı, organizasyon, sağlık uzmanı ve dişçi insanları florür eklenmiş su ve diş macunundan uzak durmaları için uyarıyor. Çocukların florürün oluşturduğu nörolojik kirliliğe daha duyarlı olmasından dolayı özellikle dikkat edilmesi gerektiğinin altını çiziyorlar. Organik olmayan meyve sularındaki tarım ilacı çözünmez atıklarının da ciddi oranda florür içerdiğine de dikkat çekiyorlar. Türkiye’de yapılan arIsparta Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ)’nde yapılan araştırmada, içme sularındaki yüksek dozlu flor elementinin üreme sistemini ciddi tahrip ettiği belirlendi.
Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tamer Mungan, 2 yıl önce yaptıkları ‘içme sularında florun üreme sistemleri üzerine etkileri’ konulu araştırmada, öncelikle Isparta ve yöresindeki içme sularını analiz ettiklerini, flor düzeyinin standardın 2-3 kat üzerinde çıkması üzerine çalışmayı yapmaya karar verdiklerini anlattı.

    Mungan, fareler üzerinde yaptıkları deneyde; uygun tekniklerle farelere yüksek dozlu florlu su içirdiklerini belirli bir süre sonra çiftleştirilen bu hayvanların üreme sistemlerinde tahribatlar meydana geldiğini ve rahimde hücrenin tutulmasını sağlayan doku tabakasının tahrip edildiğini gözlemlediklerini kaydetti.
 Mungan, şunları söyledi: “Hamilelikte ilk 4-5 günde hücre rahime giderek yapışır ve buna zemin hazırlayan bir tabaka, bir doku vardır. Embriyoların yerleştiği bu dokunun tahrip olduğu ve hücre yapışmasının sağlanamadığı görüldü. Yani yüksek florun insan üreme sisteminde de rahim içi dokuları zedeleyerek tahrip ettiği söylenebilir.”
 Mungan, insanların üreme sistemlerinde çevre, gıda gibi faktörlerle birlikte yüksek dozlu florun içme suyunun etkisinin olduğunun ispatlandığını belirtti.
  
    Bu çalışmanın oldukça önemli olduğunu ifade eden Mungan, “Suyun içindeki bir takım küçük elementler genellik önemsenmez. Ancak, sadece florun neler yaptığı ortada. Burada bizim yaptığımız bilimsel bir tespittir. Biz sorunu tespit ederek ortaya koymuşuz. Yetkililerin bunu dikkate alarak vakit kaybeden çözüm sağlamaların gerekiyor.” diye konuştu.
 Bir süre önce Isparta Sağlık İl Müdürlüğü’nün yaptığı analizlerde flor oranı standartların 2 katı kadar yüksek çıkmıştı. Okullardaki diş taramalarında ise içme suyuna bağlı olarak öğrencilerin diş ve çene yapısında bozukluklar tespit edilmişti.

  Buraya kadar anlattıklarım işin bilimsel kısmıydı diyebiliriz. Komplo teorisyenlerine baktığımız zaman çok daha çarpıcı iddialarla karşılaşıyoruz. İlk olarak şundan bahsetmek gerekiyor, florür bir isim hatasıdır, periyodik tabloda florür diye bir element bulunmamaktadır. Asıl bahsedilen flüor gazıdır (F işaret ile bilinen atom no: 9 ve atom ağırlığı: 19.00 olan kimyasal element).
Flüor alüminyum üretimi ve nükleer endüstride kullanılan bir gazdır ve kullanımından yan ürün olarak sodyum florür (NaF) elde edilir. Sodyum florür öncelikli olarak fare ve böcek zehiri üretiminde kullanılmaktadır ve birçok diş macununun aktif bileşenidir. Ayrıca sodyum florür Prozac’ın (Fluoxetene Hydrochloride) ve Sarin sinir gazının (Isopropyl-Methyl-Phosphoryl Fluoride) temel bileşenlerindendir. (Sarin’i Japonya’da metro istasyonuna yapılan terörist saldırıdan hatırlayabilirsiniz). Alüminyum ve nükleer endüstrilerinden elde edilen bu zehirli atığın depolanması oldukça güçtür. Denizlerin dibine depolandığında milyonlarca balığın ve deniz canlısının ölümüne neden olmakta, eğer toprağa depolanırsa nehirlere ve yeraltı sularına karışmakta ve toprağı zehirlemektedir. Metali yeme özelliği de bulunduğu için sodyum flurürün depolanması için üretilen konteynırlar oldukça pahalıya mal olmaktadır. 

    2. dünya savaşı sonrası, florür deneyleri içerisinde yer alan alman I.G. Farben şirketi, ABD ile ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. CIA’de, nazilerin kitlesel denetim deneylerinin sonuçlarını öğrenmeye çalışır ve bilgi toplar. Alman şirketi Farben’e, CIA ajanı Amerikalı bir danışman atanır. O sırada CIA’in başında, bu kurumun efsanevi kurucusu Dulles vardır. Dulles’in yanında Dr. Estabrooks, danışman olarak çalışmaya başlamıştır. Dr. Estabrooks, colgate yönetim kurulu başkanı ve aynı zamanda CIA başkan danışmanı, New York Hamilton üniversitesi psikoloji bölüm başkanı ve ABD hükümetinin hipnotizma ve davranış psikolojisi danışmanıdır. Böylelikle Colgate florürlü diş macunu üretir. ABD halkı, içme sularının sağlıklı olması için, bu sulara sodyum florür katılması için izin vermeye ikna edilir. 

   Bunlar ve buna benzer komplo teorileri tüm dünyada son yıllarda ciddi şekilde konuşuluyor. Sodyum florür gibi bir zehirli atıktan masrafsız kurtularak aynı zamanda da kitle hipnozu gerçekşeltirip insanları teslim olmuş kölelere çevirmek bir taşla iki kuş atasözümüzü hatırlatıyor. Bu konuyu burada bitiriyorum fakat özellikle yurtdışında halkı bilinçlendirmek adına bir çok sivil kuruluşun mücadale ettiğini bilmenizi isterim. 



Kaynak:
http://kingtaz.tumblr.com/#sthash.Jgk9DXEx.dpuf


AIDS’İN GİZLİ TARİHİ

 Komplo teorileri yaratmak için hayal gücünden başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Ancak, ortada isnat olunan suça yönelik ipuçları varsa “komplo teorisi” artık bir teori olmaktan çıkar ve soruşturulması gereken bir “olasılık” halini alır. AIDS virüsünün “sentetik biyolojik ajan” olduğu doğrultusundaki ipuçları 1984 yılında Hindistan’da yayınlanan The Patriot gazetesindeki bir makaleden bu yana birikmektedir. AIDS’in sentetik biyolojik ajan olduğu iddiası artık iddia olmaktan çıkmış ve soruşturulması gereken bir “olasılık” halini almıştır. Hatta “olasılık” hali de aşılmış ve ABD federal hükümetine karşı AIDS’i yarattığı, ürettiği ve bulaştırdığı için açılmış çeşitli davalar mahkemelere intikal etmiştir. Federal hükümetin AIDS’i geliştirdiği programın devlet onaylı resmi akış diyagramı bile ele geçmiş ve mahkemlere delil olarak sunulmuştur.

AIDS NEDİR
AIDS (Acquired Immune Deficiency Syndrome) virüsü seksenlerin sonundan beri Dünya’nın gündemindedir. Onmilyonun üzerinde çocuğu yetim bırakmış ve yine onmilyonlarca insanın (çoğu Afrika’da) hayatına mal olmuş bir virüs olarak tanınır. Başlangıçta “Gay (homoseksüel) Vebası” diye adlandırılmış olan bu virüs başta biyogüvenlik olmak üzere bir çok açıdan “biyoteknoloji” konusu içindedir. Eski adı GRID (Gay Related Immune Deficiency) olan AIDS’in ilk görülüşü 1981 olarak rapor edilse de 1979′a hatta 1976′ya kadar giden kayıtlar da vardır.
AIDS NASIL GELİŞTİRİLDİ
1971 tarihli ABD resmi virüs geliştirme programının AR&GE mantık akış diyagramı incelendiğinde ilk fark edilecek şey bu diyagramın AIDS’in olmasa bile onun muadili bir virüsün geliştirilmesi için hazırlandığının açık olduğudur. O programın başlatıldığı 1971′de biyolojik ajanlar konusundaki AR&GE çalışmalarını sınırlayan uluslararası bir anlaşma henüz imzalanmamıştır ve o dönemde bu çalışmaları yapanlar bunları gururla arşivlerine koymaktadırlar.
Adı geçen programın belki en ilginç bölümü onun başlangıç adımı yani çalışılacak virüsün bir hedef populasyona göre hatta “genetic pattern” yani “genetik desen” e özel seçilmesidir. İkinci Dünya savaşında arşivlerini askeri hizmete sunmuş olan Milli Coğrafi Cemaat (National Geographic Society) gibi kurumlar bu gün insanlarımızdan genetik bilgilerini toplamaya çalışmaktadırlar. Türkiye’deki konuyla ilgili akademisyenlerin ve teknik adamların beşeri genetik bilgilerin ne tür amaçlar için kullanılabileceğini göz önünde bulundurarak belki de en uyanık bulunmaları gereken günleri yaşadığımız bellidir.
ZENCİLER ve AIDS
Biyolojik ajan denemeleri için Birleşik Devletler uzun süredir zencilerden faydalanmaktaydı. Örneğin, Tuskegee Deneyinde 1932 ve 1972 yılları arasında Birleşik Devletler Halk Sağlığı Hizmeti (U.S. Public Health Service – PHS) 399 zenci üzerinde syphilis deneyleri yaptı. Alabama’daki çoğunlukla okuma yazması olmayan zencilerden seçilen denekler üzerinde yapılan deneyin amacı (AR&GE sorusu) “syphilis’in bir zenci erkeği öldürmesi ne kadar zaman alır” dı. Bu çalışmaların orijinal dökümanlarında “insan” kelimesi kullanılmamıştır çünkü ABD’de zencilerin anayasalarındaki “insan (man)” tanımına girdiğinin kabulü birçok eyalette deneyin başlamasından çok sonralara denk gelir. 1940′larda penisilin bulununca syphilis bir silah olarak stratejik önemini kaybetti ama başlamış deney yarım kalmasın diye yine de Tuskegee deneklerine penisilin verilmedi. Tuskegee deneyinin sonucunda 28 denek direk olarak syphilis’ten öldü, 100 tanesi bağlantılı komplikasyonlardan öldü, 40 tanesinin karısına bulaştı ve 19′unun hastalıklı çocuğu oldu. Projenin resmi adı “Tuskegee Study of Untreated Syphilis in the Negro Male” yani “tedavi edilmeyen zenci erkekte syphilis – Tuskegee Çalışması” dır.)
HIV enzimi (bir çeşidi) zenci kanındaki özel bir genetik reseptör bölgesini (kabul edici bölge) arar, aksi takdirde çalışmaz. Bu reseptör bölgesi CCR5 Delta 32+ (pozitif) geni ile ilgilidir. Negatif olanlar hastalanmaz. Yani virüs ister havadan, ister seksten, ister ilaçtan alınsın genetik özellik CCR5 Delta 32- (negatif) ise bu virüs hedefi etkilemez ki bu ağırlıkla ve özellikle “beyaz” diye tabir edilen kuzey Avrupalılarda bulunan bir genetik özelliktir. Yukarıdaki seçici özellikler tabiki bir çeşit AIDS için geçerlidir. Farklı seçici özellikte enzim tasarımı tabiki mümkün ve kolaydır. HIV’nin tarihteki yerini Afrika Soykırımı adıyla alması ihtimal dahilinde görülmektedir.
AIDS VİRÜSÜ İLE İLGİLİ BAZI TEMEL BİLGİLER
- 4 Kasım 1999 tarihinde şöyle bir Beyaz Saray açıklaması yapılmıştır: “Beş yıl kadar kısa bir periyot içerisinde Birleşik Devletlerdeki tüm yeni HIV hastalanma vakaları sadece zenciler arasında olacaktır”.
- AIDS virüsü genetik olarak seçicidir ve bu virüsün ABD’deki çeşidinin zencileri hedef seçtiği yukarıdaki Beyaz Saray açıklamasından da anlaşılmaktadır. Uygun genetik reseptör bölgesini taşımayanlar hastalanmazlar. Virüs sadece belli bazı genetik insan gruplarını hedefler. Daha anlaşılır bir ifade ile “AIDS, ancak bazı genetik kodlar tarafından” tetiklenir.
- Kara Veba salgını geçirmiş olan AB ve ABD beyaz nüfusunun çoğunluğunun bu virüse genetik bağışıklığı vardır.
- AIDS’in bilinen en az 8 çeşidi vardır (bulaşma seçicilikleri birbirlerinden farklıdır).
- Başlangıçta sadece gay’lere özel bir hastalık olarak bilinmesine rağmen HIV şu anda ağırlıkla kadınlar arasında can kaybına neden olmaktadır. WHO (Dünya Sağlık Örgütü) rakamlarına göre şu ana kadarki sadece Afrika’daki can kaybı 30 milyonun üzerinde ve ondan kaynaklanan yetim sayısı 13 milyonun üzerindedir.
- Bazı AIDS çeşitlerinin ilk olarak bazı gay popülasyonlar üzerinde hepatit aşısı olarak denendiğine dair iddialar vardır (bu deneme gruplarından birisi içindeki görülme oranı – istatistiki bilgilerin yayımı yasaklanana kadar – % 64′e ulaşmıştır).
- HIV’nin (AIDS’in) genetik sırasının (sequence) % 30′u (yani AIDS’in genetiğinin yüzde 30′u) 1932′de İzlanda’da koyunlar üzerinde denenmiş olan VİSNA virüsü orijinlidir.
- AIDS benzeri virüslerin geleceği çeşitli platformalarda 1900′lerin ortalarından itibaren müjdelenmiştir. TIME Dergisi, 3 Haziran 1946 sayısı “Bombadan Daha iyi – Better Than The Bomb” makalesinde bu yeni silahın reklamını yapmıştır.
- 1969′daki bir Kongre ifadesi “doğal bağışıklık geliştirilemeyecek” bir “sentetik biyolojik ajan” üzerinde çalışılmakta olduğunu kayıt altına almıştır (15090 nolu Kongre Raporunun 129′uncu sayfası). Pentagonun konuyla ilgili tam ifadesi “Dünya genelinde Kara Ölüm (Kara Veba) tarzı salgın yapacak bir “sentetik biyolojik ajan” geliştirme çalışmasıdır.
- 1971 tarihli resmi ABD virüs geliştirme programına göre beş safhalı olan ABD Özel Virüs Programı (HIV/AIDS benzeri virüsler geliştirme programı) Safha IV-A’da virüsün tedavisinin de geliştirilmesinin “virüs hedeflere bırakılmadan / ulaştırılmadan” önce tamamlanmasını şart koşmuştur. Bu, sondan bir önceki safhadır (program 5 safhalıdır). Program tamamlanmıştır.
- ABD federal hükümetine karşı AIDS’i yarattığı, ürettiği ve bulaştırdığı için açılmış çeşitli davalar mevcuttur ve süregelmektedir. Bu suçlamalar AIDS’in sentetik bir virüs olduğu ve onunla Afrikada Soykırım yapılmakta olduğu gibi ağır iddia ve ifadeleri de içermektedir. Örneğin, 28 Eylül 1998 de federal devlete karşı açılmış AIDS’in yaratılması, üretilmesi ve bulaştırılması konusundaki dava.
- Yukarıda adı geçen programda direk veya dolaylı olarak çalışmış olan araştırıcılar tarafından AIDS’in Kütle Üretimi v.b. konularda alınmış patentler mevcuttur (Örnek: ABD patent no 4647773). Bir kaynağa göre Mart-Haziran 1997′de 15,000 galon AIDS virüsü üretilerek Afrikaya gönderilen çiçek aşısı ve Manhattan’da uygulanan Hepatit B aşısı üzerinden bulaştırılmaya başlanmıştır.
- AIDS’in sentetik biyolojik ajan olduğu konusundaki bilinen ilk detaylı makale 4 Temmuz 1984′de Hindistandaki The Patriot gazetesinde yayınlandı. O detaylı makalede AIDS virüsünün geliştirildiği laboratuvarın yeri dahi yazılmıştı.
- AIDS’in sentetik biyolojik ajan olduğu konusundaki ikinci detaylı makale 30 Ekim 1985′de Rusya’daki Literaturnya Gazeta’da yayınlandı.
- 11 Mayıs 1987′de London Times afrikadaki çocuklara yapılan çiçek aşısının AIDS’i başlattığını yazdı. Aşıları World Health Organizatin yaptırmıştı ve AIDS’ten en çok kırılan bölgeler bu aşıların yapıldığı bölgelerdi. Aşılar ABD tarafından WHO’ya hediye edilmişti.
- AIDS’in gelişi konusunda ilk uyarılardan birisini 1975′te yapan sonrasında da AIDS’in sentetik olduğunu ortaya koyan Danimarkalı Dr. Strecker’in özellikle Afrika’da olacaklar konusundaki tüm öngörüleri gerçekleşti. Strecker 11 Ağustos’da, onu destekleyen Amerikalı politikacı Dougless Huff da 22 Eylül 1988′de evlerinde ölü bulundular.
İLAÇ DENEMELERİ
AIDS ilaçları konusunda Amerikalı yetimlere insanlık çok şey borçlu olacak! New York Şehri Çocuk Hizmetleri Bölümü (New York City Administration of Children’s Services – ACS) şehrin yetim bakım sistemindeki HIV-pozitif teşhisi konmuş yetimler üzerinde çeşitli ilaçların denemelerini uzun süredir yapıyor. Washington Heights’da yer alan Çocuk İnkarnasyon Merkezinde ise (Incarnation Children’s Center – ICC) bu ilaçları almayı reddeden çocukların midelerine kadar hortum sokularak bu ilaçların verilmekte olduğu bir sır değil (bazı ilaçlar da “tahliye” sözü verilen mahkumlar üzerinde denenmekteydi).
Yukarıdaki denemelerle ilgili referanslarda adı geçen bazı ticari firmalar da vardır. Bu firmaların bazıları Türkiye’de halen ticari faaliyet göstermekte oldukları için bu makalede isimleri saklı tutulmuştur. Bahsi geçen firmalar Türkiye’de yabancı yatırımcı konumunda olup yerli ilaç ve aşı sanayiinin gelişimine karşı rekabet eder konumdadırlar ve yine bazıları kendi ülkeleri dışındaki insanlar üzerinde yapmış oldukları biyokimyasal deneylerden dolayı çeşitli davaların muhataplarıdırlar.
BULAŞMA
AIDS özellikle ve gittikçe artan oranda kadınları etkileyen bir hastalıktır. Her ne kadar başlangıçta AIDS’in sadece homoseksüellere özel bir hastalık olduğu yaygarası yapılmış olsa da (ki gay’ler hedef gösterilerek halk tepkisi oluşumunun önüne geçilmiştir) mikrobik büyüme ve yayılma kinetiğinin o şekilde olmadığını artık biliyoruz. Olayla ilgili günümüzün hipotezi ise ilk olarak AIDS’in bir çeşidinin homoseksüeller üzerinde denendiği için homoseksüelleri öncelikle etkilemiş olduğu şeklindedir. Bu hipotezi destekleyecek çok sayıda ipucu ve veri bu gün mevcut olup artık “hipotez” bir “gerçek” olarak kabul edilme durumundadır. Benzer nedenlerle direk Birleşik Devletlere ve başkanına karşı açılmış davalar da vardır.
Kasım 1978′de New York şehrinde 20 ile 40 yaşları arasında 1040 veya 1083 sayıda gay’e Hepatit B aşısı yapılmıştı. İlk kayda geçen AIDS vakası Ocak 79′da oldu. 1981′de aşılananların yüzde 25-50′si AIDS oldu. Bu rakkam 1984′te yüzde 64 oldu. Bu tarihten itibaren adalet bakanlığı istatistik yayınlanmasını durdurdu. Şu anki rakkam ve bu aşılananların kaçının öldüğü bilinmiyor. 1982′de de değişik şehirlerde 1402 gay daha aynı aşıyla aşılandı ama ilgili istatistikler yine yok.
1932’DE BAŞLADI
1932 AIDS için özel bir yıldır. 1932′de Amerika’da ilk uluslar arası öcenics (eugenics) konferansı toplanmıştır ve Dünya nüfus / ırk dengelerinin değiştirilmesi doğrultusunda bazı önemli kararlar alınmıştır. Konferansı toplayan ise Prescott Bush ismindeki bir Nazi (Nasyonal Sosyalizm) finansörüdür. Bu Nazi finansörü ki Hitler’i direk finanse edenler arasındadır, şu anki başkan George W. Bush’un dedesi olup eski başkan olan George Bush’un da babasıdır. Şu anda ABD’de uygulanmaya çalışılan model de artık eski bildiğimiz Amerikan tarzı bireyci liberal ekonomik model değildir. Yeni amerikan modeli “sosyalist ve nasyonel” olup artık ABD’de Yahudi karşıtlığı bu yeni modelle birlikte yükselişe geçmiştir.
Aynı yıl İzlanda’da ilk HIV testi koyunlar üzerinde yapıldı (bu ajana VISNA denildi). VISNA günümüzün HIV’sinin genetik sırasının (sequence) % 30′unu içerir (yani AIDS’in genetiğinin yüzde 30′u o denemede kullanılan VİSNA’dır). 1932, o nedenle AIDS virüsü için önemli bir yıl (belki de doğum yılı) olarak kabul edilebilir.
TIME dergisi ise AIDS benzeri ajanlar için ilk müjdeyi 3 Haziran 1946 tarihli “Bombadan Daha iyi – Better Than The Bomb” isimli makalesi ile verir. Burada VİSNA’nın insan genetiğine adapte edilmesini çağrıştıran bir biyolojik ajanla ilgili Mayıs 1946 tarihli resmi bir oturumdan bahsedilir. Her ne kadar 1971′deki “gelişme raporunda” VİSNA’nın henüz insan hastalıkları ile alakalandırılamadığı beyan edilmiş olsa da 1987 tarihli JANA’da (Journal of American Medical Association) yayınlanan bir bilimsel makale HIV/AIDS’in VİSNA’dan geliştirildiği sonucuna ulaşmıştır.
1987′deki tespit aslında çok da beklenmeyen bir durum değildir çünkü 1969′daki bir Kongre ifadesinde “doğal bağışıklık geliştirilemeyecek” bir “sentetik biyolojik ajan” üzerinde çalışıldığını kayıt altına almıştır (referans: 15090 nolu Kongre Raporunun 129′uncu sayfası). Pentagonun konuyla ilgili tam ifadesi “Dünya genelinde Kara Ölüm (Kara Veba) tarzı salgın yapacak bir “sentetik biyolojik ajan” dır.
ÖZEL VİRÜS PROGRAMI ve AIDS’İN TEDAVİSİ
U.S. Patent No. 4647773 AIDS’in KÜTLE ÜRETİMİ ile ilgili ilk patentlerden birisidir. Hiçbir biyolojik silah inhibitörleri, aşıları ve tedavileri geliştirilmeden kullanıma sokulmaz çünkü silah düşman için seçici olmak zorundadır. Bunun için de düşmanın genetik bilgisine ihtiyaç vardır. Bu günümüzde insanlardan değişik şekillerde toplanmaktadır. “Atalarınızın tespiti” v.b. vaatlerle toplanan genetik bilgi daha sonra bu bilgiyi sağlayanlara karşı kullanılabilir arşiv bilgisine dönüşmektedir. ÖZEL VİRÜS PROGRAMI da bu konuyu dikkate almış ve Safha IV-A’da HIV/AIDS’in tedavisinin geliştirilmesini virüs “bırakılmadan” önce tamamlanmasını şart koşmuştur. Bu sondan bir önceki safhadır (program 5 safhalıdır). Yani programa göre AIDS’in tedavisi vardır çünkü program tamamlanmıştır ama bu tedavi nedir?!
Tetrasil (Imusil) diye anılan ilacın (U.S. Patent No. 5676977) AIDS’in tedavisi olduğuna inananlar vardır. Patent sahibi bir din adamıdır (Morantech Firması) ve kütle üretimi patentinin sahibi olan (U.S. Patent No. 4647773) kişiyle iletişimi olduğu bilinmektedir (AIDS’in kütle üretimi patentinin sahibi bir Özel Virüs Geliştirme Programı çalışanıdır). Tetrasil’in aktif maddesi patentten anlaşıldığı kadarı ile Ag4O4 (Gümüş 4 / Oksijen 4) tür. 1997 tarihli patentte kanda 40 PPM’lik bir oran önerilmiştir ki tüm bu iddiaların gerçekliğinin bağımsız araştırma kurumlarınca test edilmesinde büyük fayda vardır. Tedavi gerçekte patentte olmasa bile tedavinin halihazırda bir yerlerde mevcut olduğuna dair başka bir ipucu da bu konuya ciddi para harcanmamasıdır. AIDS pazarı daha çok tespit ve teşhis testleri doğrultusunda geliştirilmekte ve olayı çözecek ve dolayısı ile pazarı daraltacak tedavi yöntemleri konusunda gülünç diye tanımlanacak kadar ufak meblağlar harcanmaktadır.
İlaç şirketlerinin “tedavi edici” ilaçlardan değil de “semtom” giderici ilaçlardan daha çok para kazandığı gerçektir (belki bir gün gelecek hiç tedavi edici ilaçlar satılmayacaktır çünkü örneğin öksürüğü ortadan kaldırmaktansa onun etkisini azaltacak şekilde pastiller satmak uzun vadede çok daha fazla kazandırır).
AIDS gibi bir silahın panzehirinin veya tedavisinin başka bir ülke tarafından geliştirilip geliştirilemeyeceğini görmek de bahsi geçen programın bir hedefi veya hedeflerinden birisi olabilir. Çünkü programı yapanlar kuşkusuz AIDS’in farklı versiyonlarını geliştirebilirler ki zaten bir değil en az sekiz AIDS çeşidinden bu gün bahsetmek mümkündür.



Kaynak:
http://www.libersite.com/aidsin-gizli-tarihi/